29 Ağustos 2009 Cumartesi

HOŞ GELDİN YA RAMAZAN!



Gazeteler bilmem kimin CD setlerini vermeye başladılar,
Yasin-i şerifler,
Kuranlar, kuran mealleri.
Sosyal, kültürel, aktüel birer iletişim kurumumu yoksa birer misyoner kurumumu bunlar?
Misyonerler bile bunlardan daha temiz, hiç olmazsa onlar insanların paralarını sömürmüyor.
Televizyonlar özellikle akşamları, evliyaların, enbiyaların hayat hikâyelerinin filmlerini, dizilerini oynatacak otuz gün boyunca. Garip olan, bunlar hep mazlumdurlar ve ne hikmetse hep araptırlar!
Bu aylarda, bu kültürün öz insanı olan Yunus Emreler, Pir Sultanlar, Hacı Bektaşi Veliler, Hacı Bayramı Veliler ve diğerleri neredeler diye merak ederim her zamankinden daha çok.
Sokaktan tuttukları ilahiyatçıları stüdyoya oturtup bize orucun hikmetlerinden dem vuracaklar, / Sanki bizler bu dine tabi değiliz, bilmiyoruz gibi./ Zavallı adamlar belki ilahiyatçı bile değiller, belki günlük 25-30 liraya stüdyo stüdyo gezen gariplerdir.
Öyle ya, kim kime-dum duma bir ülkede yaşıyoruz,
Kimin kimsenin hiçbir şeyi araştırıp öğrenmeye niyeti yok nasıl olsa!
Sohbetler, geçmişte yaşayan, bu günü görmeyen, yarını düşünmeyen bir toplum olduğumuzdan olacak olmalı ki hep geçmiş ramazanlar üzeredir. “Ahhh… Ah! Nerede o eski ramazanlar?” Diye yakınmalar.
Direkler arası,
Gölge oyunları,
Meddahlar v.s… v.s…
Hani telefon etsen yapımcısına ve telefonunu bağlasalar. Desen ki “Bre deyyus! Madem bu erkin var elinde, hangi gün bu kültürü yaşatmak adına bir program yaptın?” /Hoş ben hiçbir veledin anne-babasının elinden tutup, sevinerek Hacivat-Karagöz izlemeye gideceğini veya TV lerde onlar üzre çekilmiş görselleri izleyeceğini zannetmiyorum ya, bu da ayrı bir mesele./
Belli bir yaşa gelmişiz hepimiz, geçmişin ramazanlarından ne hatırlıyoruz acaba? Ben şahsen hiçbir halt hatırlamıyorum. Tek hatırladığım fırının önünde pide kuyruğuna girmekti, birde iftar saatlerine yakın sokağın başına dikilip minare ışıklarının yanmasını ve imamın ezan okumasını beklemekti. Sonrasında koşarak eve gidip sofraya oturmak.
Kendimi bildim bileli bu böyleydi.
Şimdi TV de yirmi küsur yaşındaki çıtır hayıflanıyor “Ahhh… Ah! Nerede o eski ramazanlar?”
Diyimmi yerini eski ramazanların?
Ha?
Neyse… Ayıp...

Neyse…
Birde iftar menülerine acayip kıl oluyorum!
Dünyadan bi habermisiniz mallar!
Emekliye aylık on lira, memura yüzde iki, asgari ücretliye yüzde dört zam yapıldığı haberini daha dün haber yapan siz değimliydiniz embesiller!
Geçen, bir embesil Trabzon uzun gölde tavada alabalık tarifi verdi,
Bir başka embesil bilmem hangi otelin iftar menüsünü gösterdi,
Bir başkası sağlıklı iftar ve sahur menülerini gösterdi ve sıkı olaraktan tembihledi “Sakın ola ki ağır, yağlı ve etli yemekler yemeğin. Kurutulmuş domates, kaymak, bal, peynir, reçel ve süt ağıtlıklı olarak beslenin”
Oooldu, baş üste!
Hatta buyur halkın sofrasına sende konuk ol labunya!
Gel de bunlara gün yüzü görmemiş küfür repertuarından seçmeler sunma?
La pzvnk! Daha dün mısır çarşısında pahalılıktan kopan kıyameti,
Pazaryerlerinde çürük sebze toplayan kadınları haber yapıp bize gösteren sen değilmiydin?
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye sormazlarmı deyyus!
...
İftar çadırları bir de…
Ben hiçbir iftar çadırında orucunu açmaya gelen yoksul insan görmedim. Gören varsa beri gelsin alnından öpecem.
Yoksulun, yoksulluğu boyunca onurlu olduğunu bilmeyen takiyeci güruh! Sözde sevap kazanarak sahte maneviyatınıza mastürbasyon yaptırdığınızın farkındamısınız?
Hele belediye başkanları!
İstanbul ve Ankara ve bazı Büyükşehir belediyeleri yetmiş küsur milyon insanın parası ile kendi adınıza hayır-hasenat işliyorsunuz! Orucun gösteriş ve riyadan uzak bir ibadet olduğunu unuttuğunuzu veya bunu bilmediğinizi hiç zannetmiyorum. Siz olsa olsa cehennemin ipoteğinde olan ruhlarınıza terapi uyguluyorsunuz, vicdanlarınızı kirli sularda durultmaya çalıştığınızın sizlerde farkındasınız ve her seferinde daha da kirlettiğinizin!

Devlet büyüğümüz, agresif sayınımız her gece bir gecekonduya iftara konuk oluyor. Hiç sebebini araştırdınız mı neden?
Hıııı?
Bilemediniz değil mi?
Muhtelif rivayetlere kanmayın lütfen.
Söyleyeyim efendim. Kursağından hiç değilse senede birkaç gün olsun helal lokma geçsin diyedir.

Çankaya belediyesi sahurda davul çalmayı belediye meclisi kararı ile yasaklamış.
Bomba haber! Flaş haber olarak geldi ekranlarımıza!
O davulun tokmağını alıp o kararı bize haber olarak hazırlayan muhabirin,
O televizyonun sorumlu haber müdürünün,
Ve dahi o haberi sunan spikerin ………..
Kafasına kafasına vurmak lazım ya… Neyse!
En azından o belediye meclisi görev yaptığı sürece Çankaya’da oturmak isterdim, bravo başkana ve o kararı alan meclise... Teşekkürler.
Davulcular yüzünden kaç kez cinnet geçirdiğimi gelin bana sorun. Belki de oruçlu insanların bu denli gergin olmalarının sebebi davulculardır. Çankaya’da oturan ve bu ramazan ayını davulsuz geçiren insanların ne kadar stresli olup olmadıklarını izlemekte fayda var. /Bu güzel bir tez konusu olabilir, sosyal bölüm okuyan üniversiteli arkadaşların dikkatine sunayım bu fikrimi de./

Ahanda davulcu girdi sokağa,
Ben davulcuyu öldürmeye gidiyorum,
Mahpustan çıkanda görüşürüz.
Not:Oruçluyken çiy pirinç, kağıt, pamuk ve çakıl taşı yemek orucu bozarmış haberiniz olsun.

25 Ağustos 2009 Salı

Hassiktir Kemal Abi!

Neredeydi Kemal abi hatırladın mı?

Kula Kemal abi, Kula…
Bir dinlenme tesisinde, bir yemekte karşılaşmıştık.
Hani oturmuştuk ya seninle iki bardak çayın hatırına.
Sıradan biriydin Kemal abi,
Plakanı bile fark etmemişlerdi arabanı yıkayan çocuklar,/ belki kalantorun, kodamanın teki diye arabana dahi tükürmüşlerdir, sen yoksulun hıncını bilemezsin Kemal abi, derdini dinleyip öğrenemediğin gibi!/
Ben tanıştırmıştım seni, göğsümü kabartarak *** grup başkan vekili demiştim. Memleket meselelerinden söz etmiştik ve bu ampullerin takiyesinden, yalanından, dolanından.
Sonra sitem etmiştim, Şahin abime ettiğim sitemlerin aynını,
Teşkilatların çok pasif kaldığına dair, pısırıklığına dair, vurdumduymazlığına, bana neciliğine dair.
Elini omzuma vurarak hak vermiştin bana, “Çok haklısın” demiştin hatırladın mı Kemal abi?
Kartvizitini vermiştin bana, her durumda istediğim gün ve saatte arayabileceğimi söylemiştin.
Kartvizite gerek olmadığını söylemedim sana, orası benim partim Kemal abi, benim babamın partisi!
Sen gideceksin ama benim çocuklarım halen orada olacaklar, o partide Kemal abi!
Dedim ya babamın mülkü orası, istediğim zaman seni defedebilirim ama gel gör ki namus belası işte!
Neyse Kemal abi,
O dinlenme tesisine girerken kaç kişi karşıladı seni, bir rakam verebilirmisin?
Peki ya çıkarken uğurlamaya gelen kaç kişiydi?
Tokalaşmaktan ve yanak yanağa öpüşmekten aciz hale geldiğin halen gözlerimin önünde. Az biraz samimiyet, az biraz halk olmak yetiyormuş demek ki, az biraz senlikten çıkıp ben olmak, çayı kıtlama içtiğimi fark etmek yetiyormuş.
Demek ki bu halkın dilini iyi anlamak ve iyi konuşmak lazımmış, Demirel gibi, Tayyip gibi.

Sonra seçimler oldu ve biz her zaman olduğu gibi üşenmeden tüm riskleri alarak – ki sürgün var işin içinde, daha kötü görevlere verilmek var, onur incitici durumlara düşmek var bu risklerin içinde ve daha kötüsü bir sudan bahane ile ekmeksiz kalmak var!
Çalıştık,
Çalışıyoruz,
Çalışacağız!
Sana rağmen Kemal abi!
Kötü misafirler için evimizi yakmayacak kadar akıllıyız ve kırılan kolu yen içinde tutmayı da biliriz!
Gerçekten… Ama gerçekten çok yoksul insanlarımız var,
İktidara boyun eğmemenin onuru ile yakacaksız, yiyeceksiz kalan insanlarımız var / Keşke onları tanısaydın Kemal abi, tanısaydın ve utansaydın!/
Bu insanlardan üç-beşine yine sizlerden söz alarak söz verdik, geçicide olsa belediyelerin birinde yaban ekmek parasına dahi olsa çalıştırmak için. Bu, ne suistimaldir, ne hırsızlıktır nede arsızlık.
Bu, o onurlu insanların göğüslerine takılacak birer madalyadır eğer anlayabilsen!
Seçimler bitti,
Çok ta iyi sonuçlar aldık, yıkamadıksa da kalelerini çok kötü sarstık, sen dik durabilirsen ve anlayabilirsen / ki sende o basirette, o cesarette yok! / bir dahakinde o kaleleri yerle bir edeceğiz.
Sen zannetme ki İzmir destanını sen yazdın!
O destanı da biz yazdık, karanlığın karşısında güneş gibiydik, bizdik, sen değildin o! Bizdik… Varsın o şehirli olmayalım, en az o şehirliler kadar çalıştık ve sahip çıktık oraya. Çünkü o şehirdeki mücadele aydınlığın karanlığa karşı verdiği mücadele idi, sen-ben yoktu orada, onur vardı, namus vardı, haysiyet vardı!
Sıra geldi verilen sözlere, utanıyorduk yalancı çıkmaktan, çünkü asla yalancı olmadık biz!
Randevu aldık, Aliağa’ya gel dedin.

Gün geldi davetinizi emir sayaraktan işimizi-gücümüzü koyup geldik sana.
Keşke kovsaydın Kemal abi!
Anlattık derdimizi, anlatmaya çalıştık, daha ilk cümlemizi kuramadan…
“Orada dur!” Dedin.
Ve söylediğin kelime harfi harfine buydu:
“Benim oğlum ODTÜ mezunu, ben oğlumu dahi belediyelere sokamadım, yavrum Dubai’lerde sürünüyor altı yıldır, bu durumda kimse benden belediyeler için iş isteyemez!”
Hassiktir Kemal abi!
Hassiktir!
Hatta büyük harflerle HASSİKTİR!
Sen hocanın fıkrasını bilirsin değil mi?
Hani misafirin önünde bal yermiş ve bağırırmış, feryat edermiş “Ahhh öldüm- Vahhh öldüm” diyerekten.
Misafir aç, takatsiz…
“Hoca hoca… Ver o balı birazda biz ölek” demiş…
Şimdi o misal Kemal abi,
İmkanın varsa bizim yoksullardan birkaç tanesini Dubai’ye yolla birazda onlar sürünsün, sürünmek yetmesin gebersinler. Senin oğlun sürünüyor canları senin oğlunun canından daha mı tatlı?

Keşke gerçekten sosyal devlet olabilsek ve kimsenin aşa-işe-ekmeğe ihtiyacı kalmasa, devlet kendi otomatiği ile bu sorunları kendiliğinden çözse.
Ama yok, olmuyor, 60 yıla yakın süredir egemen olan faşist-gerici-kapitalist güçler buna izin vermiyor.
Umut yoksullar için yerel seçilmişlere kalıyor.
İş istenmesi elbette hoş bir şey değil. Ama ya karşındaki hiç insanlar iş istemeden kendi çevrelerini evlerinden alıp masalara oturtuyorsa?
Biz masa başı işte istemedik o yoksullara.
Benim bu gücüm yok deme sakın, sakın deme!
Ahlak meselesi de deme, İsmet Paşa’nın namuslular ve namussuzlar hakkındaki sözlerini hatırlatayım sana Kemal abi!

Sen yumuşacık koltuğunda sıcacık otur bakalım Kemal abi,
Devam et Kemal abi, devam et.
Ama düşün, hangi saltanat bir ömür devam etmiş?

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Anne Taş Getir Gelirken Bana



"Bu gün dost yaralanmış,

Gene gönlüm hoş deyil..."


“Anne…taş getir gelirken bana” dedi küçük kız…

Sustu anne, neler demek isterdi kim bilir?

Suskunluğuna küstü annesinin.

Her zaman böyleydi anne, konuşmuyordu.

Geliyordu, dolaşıp evi baştan başa, bir süre saçını okşayıp kardeşlerinin ve en çokta küçük kızın, sonra bir kalabalığa karışıp gidiyordu kaçak gibi ve kimseler görmezdi ondan başka, kimseler konuşmazdı…

Kimseler ondan çok özlemezdi ki…

“Taş getir”

………..

Sustu…

Küstü…


Dört yaşındaydı o gittiğinde.

Herkesin bir annesi olduğunu komşu çocukları annelerine sarıldığında anlamıştı.

Üşümüştü, ağlamıştı ve yüzünü hatırlamadığı annesini başka kadınların simalarında aramıştı.

Bir gün iki çocuk koşarken düşmüşlerdi. Elleri, dizleri kanamıştı acıyordu. Diğer çocuk “Anne” diye ağlarken, küçük kız düşündü “Ben ne diye ağlamalıyım? Ben kimi çağırmalıyım” Bir kat daha acımıştı her yanı, bir kez daha kanamıştı…

Susmuştu içine atıp ağlamalarını…

Annesinden hiç korkmadı üzerini kirlettiğinde, annesi hiç kızmadı buna, hiç sitem etmedi…Oysa ……

Bilmez ne tadardı yemekleri annesinin,

Sesi nasıldı,

Ne kokardı?

İlk görüşte tanımıştı annesini, ilk rüyasında…

Karanlıktı, kerpiçler yanıyordu alevsiz, sıcaktı. Un kokusunda terliyordu, birden serinlik çöktü içine… Bir kadın oturup baş ucuna saçlarını okşadı, sonra alıp kucağına küçük kızı süt emzirdi, nede çok acıkmıştı, tutmuştu memeden bir daha hiç bırakmamacasına.

Emdikçe memeyi azalıyordu anne, emdikçe memeyi içine çekiyordu biraz daha, en son damla sütle birlikte içine dolmuştu anne…

Tebessüm tatlı ilk uykusuydu, yavaş soluk alıp veriyordu, sanki hızlandırsa nefesini içinden çıkıp gidecek gibi. Nefesi anne kokuyordu, nefesi hiçbir şey.

Ağlamadığı ilk geceydi uykularında…

En son gelişiydi annenin, “ablam” dedi, anne suskun…”Oynatmadı, beni dövdü, saçımı çekti”…ablaya döndü anne, saçlarını okşadı, öptü korkarak. Küçük kıza baktı iç çekti, gülümsedi ardından.

Bir süre kaldı öyle, yavaş yavaş geriledi karışıp karanlığa…

“Anne taş getir”

“Anne taşşş… sek sek oynayacağım”

Sustu anne,

Küstü küçük kız .

Üşüdü, sokuldu ablasına. Ablası anneye döndü o gece.

Ve o kız hiç sek sek oynamadı, taş getirecekti annesi, çizgilere düşmeyen…

Büyüdü küçük kız, büyüdü anne oldu, yüreğinde iki küçük gül goncası.

Bir boşluğa düştü bir gün, düştükçe yaralandı, kırıldı tutunmak istedikleri.

Bir uçurum kıyısında buldu kendini. Durdu, yumdu gözlerini, düşündü…

Annesi geldi, bir birlerine baktılar bir müddet.

İlk kez konuştu “Git…Ama küçük kızın senden taş isterse götürebilecekmisin?”

Sustu…

Gülümsedi anne ve kaybolurken yavaştan…

“Anne taş getir”

“Ne yapacaksın” dedi anne…

“Anne taş getir…Mavi bir denizde sektireceğim”…

Gülümsedi anne,

Kız gülümsedi…

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Yolun Açık Olsun Dostum...

Yolun Açık Olsun Dostum,
Soranlara Selam Söyle...
...
Bazen öyle anlar olur ki dil tutulur,
Öyle bir an bu an...
İki kez yetim kaldım, çok kötü bir duyguydu.
Artık bitti demiştim,
Artık yetim kalmak yok diye bilmiştim güzel adam.
2005 yılıydı,
Blogda bir çocuk yüreği ile tanışmıştım,
Bir adam ile,
Bir baba ile;
Senin ile,
Halis Abi ile...
...
Bu gün hiç bir şey yazasım yok,
Bu gün susasım var,
Bu gün kaçıp saklanasım bir yerlere...
Bu gün gözlerimi kör,
Dilimi lal,
Kulaklarımı sağır edesim var...
...
Bu gün,
Öğlen namazında...

"Merhumu iyi bilirdik"
...
Sonra?
Unutulacağını mı zannediyorsun?
Kolay şey mi "BABA" diyebilmek bir adama?
...
Yazıyı henüz eklemiyorum babacığım,
Şimdilik bu kadar.
Ama unutma, bizim Baba-Oğul ilişkimiz dün saat 16:05 te bitmedi.
Farklı bir mekana,
Farklı bir boyuta gidiyorsun.
Yolun açık olsun dememe gerek var mı bilmem,
Ben desem de, demesem de senin yolun her zaman açıktır,
Aydınlıktır,
Masmavidir...
...
Güle güle,
Güllerle,
Yıldızlarla babacığım.
Soranlara selam söyle...


www.blogcu.com/halisabi

http://asivemavi36.blogcu.com/halis-abime_43339051.html

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Kırlangıç Hatıraları VIII / Folklorik Drama



“O gün, o iki arkadaşımı en son gördüğümdü.
Bazıları Şener ile Bülent’i dayılarının alarak yanlarına götürdüğünü söyledi, bazıları onların yetimhaneye teslim edildiğini…
Dilerim başarmışlardır.”


Şener mahalle komşumuz İsmet amcanın oğluydu.
İsmet amca kamyonu ile nakliye işleri yapardı, bazen şehirlerarası çalışır, günlerce eve gelmezdi. Dayımın çok samimi arkadaşıydı.
Dayımda kamyonculuk yapardı, çoğu zaman birlikte aynı şirketin nakliye işlerini tutar, aynı zamanlarda aynı işe giderlerdi.

Genç kadındı Gülü teyze, güzel kadındı, tanımadık mahallelerde günlerce yalnız kalmasın diye dayım bizim oturduğumuz mahallede ev aldırmıştı onlara, komşularımız olmuşlardı.
Hem İsmet amcanın kardeşi için hiçte güzel şeyler anlatılmıyordu. Mahallenin gençleri onun mahalleye girişini yasaklamıştı. Gülü teyzeyi rahatsız ettiği dedikoduları çıkmıştı bir zamanlar.

İşe gittikleri zaman dayımın hanımı ve Gülü teyze ya dayımların evinde kalırlardı ya da İsmet amcaların evinde. Arada bir bize de geldikleri olurdu, bu yüzden Şener ve abisi Bülent ile samimi arkadaşlar olmuştuk.

Televizyonun henüz hayatımıza girmediği güzel, temiz zamanlardandı. Büyükler köşelerine çekilip günlük, gündelik olaylardan konuşurken, biz çocuklar ya masallar anlatırdık bir birimize, ya bulmacalar sorardık, ya cinlerden-perilerden bahsederdik ya da şehir fısıltılarını anlatırdık bir birimize.

Amcamın oğlu mezarlığı işaret ettiğini, parmağını ısırıp ayağının altına koymadığı için babaannemizin öldüğünü anlatmıştı birinde, abartarak!

Bir gün Tokat-Erzincan arasında bir trafik kazası haberi geldi. Mahalle sus-pus olmuştu.

Abim, babamın bize verdiği okul harçlıklarımızı biriktirerek siyah-beyaz bir futbol topu almıştı, babamın haberi yoktu.

Ben topun ortağıydım, parasının içinde benimde harçlığım vardı, hatta abimin parasından daha fazla! Buna rağmen abim arkadaşları ile top oynadıkları hiçbir oyuna beni katmaz, fazla ısrar etsem tekme-tokat döverdi. Kendisini çok sevmek gibi bir zaafım olduğunun farkındaydı ve abim bu zaafımı çok iyi kullanırdı. Annem-babam onu döver ya da ağır sözler eder, incinir korkusu ile dayak yediğimi hiçbir zaman onlara söylememiştim.


Abim akşamüzeri topu damın üzerindeki otların içine sakladı, görmüştüm.
Okulda topu alıp kaçacağım üzere hayaller kurdum hep, arkadaşlarıma topumuzu getireceğimi, mezarlığın yanındaki boş arsada top oynayacağımızı söyledim. Tüm çocuklar heyecanlanmıştı, yemek dahi yemeden, ailelerimize kütüphaneye gideceğimizi söyleyerek top oynamaya gidecektik.
Paydos zili çalar çalmaz Zeynebi beklemeden Şener ile birlikte eve koştuk. Yolda, okula giden abimin yanından rüzgâr gibi geçtik, aldırmadık bağırmasına. Önlüğümü, çantamı odaya koyarak damın üzerinden topu alıp söz verdiğimiz yere gittim. Bazı arkadaşlarımız evlerine dahi uğramadan okul kıyafetleri ile sahaya gelmişlerdi. Adam paylaşıp top oynamaya başladık.
Saatler geçmiş, hepimiz acıkmıştık, hem okul paydos olmak üzereydi, hele abim eve geldiğinde topu yerinde görmezse var ya…
Bir pozisyonda ortalık karıştı. Goldü-Gol değildi diye bir süre tartıştık, kim mızıkçılık yaptı bilmiyorum, oyun sona erdi, evlerimize gidecektik.
-Top nerede? Diye sordum.
Gülü teyzenin oğlu Şener topun gittiği tarafı gösterdi işaret parmağı ile. Mezarlığın içine girmişti top.
-Mezarlığı gösterdin… Dedi arkadaşlarımızdan biri.
Şener, hemen işaret parmağını ısırıp ayağının altına koydu, gözleri yaşarıncaya kadar ezdi parmağını.
-Oğlum, biz söylemeden yapmalıydın, artık sayılmaz, ailenizden biri ölecek.
Şener dondu kaldı olduğu yerde. Şener’in üzüntüsü çocukları çok keyiflendirmişti, bir birlerine bakarak gülüşüyordular.
Bir süre hareketsiz kaldı, sonra, o sözü diyen çocuğun boğazına sarıldı, bir eliyle boğazını sıkıp diğer eli ile öldüresiye vuruyordu. “Kimsem ölmesin… Kimsem ölmesin!” Diye bağırıyordu bir yandan.
Çocuğun dayak yediğine sevinmiştim, zaten Şener’in gücü yetmezse bende Şener ile bir olup dövecektim onu. Çocuk iyi bir dayak yedikten sonra kavgayı ayırdık. Şener sakin olamıyordu.
Eve doğru giderken okulun öğlenci öğrencileri için paydos zili çalıyordu. Şener, birden “Büleeeeeent… Büleeeeeent” Diye bağırarak okula doğru koşmaya başladı. Üzülmüştüm. Şener’in bağırmaktan neredeyse hançeresi yırtılacaktı. O anda o çocuğu öldüresim geldi, araya amcamın, dayımın çocukları girerek kavgamızı ayırdılar, topumu alıp Şener’in peşi sıra koşmaya başladım, ciğerlerim patlayacaktı neredeyse.
Şener’i ancak okulun önünde yakalayabildim, kardeşinin ismini bağırarak öğrencilerin içinde onu arıyordu. Deli olmuştu, ağlıyordu. Nihayet Bülent’te çıktı.
-Kardeşim neden bağırıyorsun? Yavaş ol biraz, beni utandırıyorsun.
O, kardeşine sarılmış, ağlamaları hıçkırık halini almıştı.
-Ölmeyeceksin değil mi? Ölmeyeceksin… Ölmeyeceksin…
-Neden öleyim Şener, nereden çıktı bu?
Ağlamaktan konuşamıyordu. Öğrenciler şaşkın bir çember oluşturmuştu etraflarında.
-Ne bileyim, demin mezarlığı gösterdim parmağımla, aklıma gelmedi ki parmağımı ısırıp ayağımın altına koyayım.
-Hay benim deli kardeşim dedi Bülent ve devam etti “ Sen halen bunlara inanıyor musun?”
O hiçbir şey demeden kardeşinin boynuna sarılmış ağlıyordu.
Ben onlara bakıyordum, içimi ezerek…

Babaları İsmet amca geçen yıl trafik kazasında ölmüştü. Gülü teyze, kardeşlerinin tüm ısrarlarına rağmen “İki çocuğumla kardeş evine sığamam” diyerek kardeşlerinin yardımını reddetmişti. Evde örgü örüyor, elişleri yaparak bunları satıyordu, bazen de evlere su taşıyordu parayla. Çok tanıdık ve samimi ailelerde arada bir yardım ediyordu. Arada bir para karşılığı ev temizliğine de gidiyordu. Çocuklarını kimselere muhtaç etmeden okutup, adam edecekti.
Gülü teyze dul kaldıktan sonra, daha eşinin kırkıncı günü çıkmadan kayınbiraderi evlerine çocukları bahane ederek daha sık gidip gelmeye başlamıştı.
Mahallede hiç kimse o adamdan hoşlanmıyordu ama o aile artık babasızdı, amca baba yarısıydı ve o adam onların amcasıydı, bir şey demiyordu. Bir yandan da bir kardeşin diğer bir kardeşin eşine kötü gözle bakacağına ihtimal vermiyor, bunun pis bir dedikodu olabileceğini düşünüyordu mahalleli, bir insanın bu kadar aşağılık olabileceğine inanamıyordu, biraz da bu yüzden suskun kalıyordu.

İki kardeş bir birine sarılarak çocukların oluşturduğu çemberi yarıp mahallemize doğru yürümeye başladılar. Bende arakalarınca…
Bülent arada bir kardeşinin saçlarını okşayıp, yüzünden öpüyordu.
Ne anlatıyordu Şener, Bülent’i böyle duygulandıran konuşma ne olabilirdi? Korkularını mı anlatıyordu, abisini nasıl sevdiğini mi? İçim acıyordu iki kardeşin o gün sergiledikleri dayanışmaya, babasızlıklarına ve içten içe korkuyordum bu çocuklar başaramayacaklar diye.
Sokağın başında durdum, bahçe kapısını açıp içeri giresiye kadar baktım arkalarından.

Kendi bahçemizden içeri girer girmez abim üzerime saldırarak annemin yün çırptığı kiraz dalı ile beni dövmeye başladı. Gerekçesi hazırdı; Topu izinsiz almıştım! Sanki izin istesem verecekmiş!
Top, o an için geçerli bir bahaneydi. Beni canı istediği her zaman döverdi, mutlaka bir bahane uydururdu!
Ne yapmalıydım ki abim beni sevmeliydi?
Bülent ile Şener’in az önceki bir birlerine sarılışları geldi aklıma.
Bizimde mi babamız ölmeliydi?
Babamız ölürse bizim annemizde mi evlere su taşırdı, temizliğe giderdi?
Hem biz kirada oturuyorduk. Babamız ölse paramız olmazdı, ya ev sahibi Hacı amca bizi evden atsaydı?
Acaba benim amcalarımda annemi rahatsız edermiydi?
Çok kötü şeylerdi düşündüğüm ama abimde beni zamanlı-zamansız, sebepli-sebepsiz dövüyordu. Usanmıştım.

Anneme-babama söyleye bilmiyordum dayak yediğimi, onu döverler ya da kötü söz söylerler diye korkuyordum.
Ne vardı sanki Bülent’in Şener’i sevdiği gibi sevseydi abimde beni? Hem ben Şener’in abisini sevdiğinden daha çok seviyordum abimi…
Başıma deyerek canımı çok kötü yakan çubuğun acısı ile düşüncelerimden sıyrılıp, kurtularak abimin elinden, mezarlığa doğru koşmaya başladım. Ne kadar mezar varsa hepsini gösterecektim işaret parmaklarımla!
Peki, ölen kim olsundu?
Abilerim? Allah göstermesin! Zaten iki abim ölmüş yetmez mi?
Annem-Babam? Hayırrrrrrr!
Küçük erkek kardeşlerim, kız kardeşlerim? Lanet olsun, nereden geliyor aklıma!
Ben ölüp kurtulayım en iyisi!
Keşke ev sahibimiz ölseydi, bahçede köpek saklamama izin vermiyor.
Hayır, o da ölmesin. O ölürse mezarını kazmak için ağabeylerimi de çağıracaklar. Birinde ev sahibinin kardeşi öldüğünde kıştı, abilerim de gitmişti mezar kazmaya. Yerler donduğu için kazılmıyormuş ve abilerim çok üşümüşler. Hem, baharda babam kendi evimizi yaptıracak, genişçe bir bahçemiz olacak. Ben istediğim kadar köpek saklayabileceğim, kız kardeşim çok sevdiği kediyi saklar, annem tavuk saklar. Ne kadar kaldı ki bahara?
En küçük dayım benim güvercinlerimi çalmıştı damdan, acaba o aileden sayılır mı?
Ya sayılmazsa?
Ne olacak peki? Benim de canım çok tatlı…
Köprünün üzerinde iki elimim işaret parmaklarını neredeyse kıracak gibi ezerek diğer üç parmağımın altına sakladığımı fark ettim, canım yanıyordu.
Ne kadar da doluydu bu mezarlık?
Ne kadar çok çocuk işaret parmağı ile mezarlığı göstermiş?
Ölen babaların, annelerin, kardeşlerin hepsinin günahını almış çocuklar, hepsinin ölümüne sebep olmuşlar. Keşke mezarlıklar çocukların görebilmeyeceği kadar uzakta olsaymış şehirlerden…
Annem-babam, kardeşlerim geliyor aklıma, hepsi toprağın altında! Ürperiyorum!
Bakışlarımı güç-bela kopartıp mezarlıktan, yüzümü mahalleye dönüp hızla evimize doğru koşuyorum. İşaret parmaklarım halen avuçlarımın içinde eziliyor. …
Okullar tatil olmuştu.
Mahallenin hanımları halılarını, kilimlerini faytonlara yükleyip, yıkamak için çaya gitmişler, çocukları da yanlarında. Çocuklar annelerinin gözetiminde soyunup suyun derin olmayan yerinde yüzüyorlarmış.

Gülü teyzede bir komşumuzun halılarını yıkamak için çaya gitmiş. Şener, diğer çocukların aksine yüzmüyor, aklınca annesine yardım ediyormuş.

Bir anlık dalgınlıktan olsa gerek akıntıya kapılarak suların içinde kaybolmuş. Annesi kendisini suyun içine atarak bata-çıka oğlunu kurtarmış, kıyıda Şener’i ayıltmışlar, ağzından çokça su akmış dışarı.
Mahalleye Şener boğuldu diye haber geldi.
Annem “Oyyy! Yazık yetimim, bahtı kara yetimim, şanssız Gülü, talihsiz Gülü” diye bağırarak tırnaklarını yüzüne geçirdi.
Kadınlar, kendilerini döve döve çaya doğru kaçıştılar.
Gülü teyze ile Şener’i gören kadınlar ikisini de kucaklayarak daha bir ağlamaya başladılar.
Olayı duyan amcası faytona binerek gelmiş.”Neden yardımlarımızı kabul etmiyorsun da üç-beş kuruş için gelip el-âlemin pisini-kirlisini yıkıyorsun? Bu çocuk senin yüzünden ölse senide, aileni de yakardım” diye Gülü teyzeye sinirlenerek onu ve Şener’i faytona bindirip hastaneye götürdü. Doktor muayenesinden sonra önemli bir şeyi yok diye evlerine yollamış doktorlar.
Güzelliği dillere destan olan Gülü teyzenin ıslanan elbiseleri vücuduna yapışarak hatlarını daha bir belirginleştirmişti. Şener’in telaşı olmazsa Gülü teyze katiyen bu halde hiç kimseye gözükmez, utanırdı.
Şener’i divana yatıran Gülü teyze elbiselerini değiştirmek için odasına geçmiş.
Bir süre sonra oda kapısının açıldığında kayınbiraderinin odaya girdiğini fark etmiş.

Şener’in acı bağırtısı mahalleyi ayağa kaldırdı.
Şivan koptu sokağımızda.
Ses sese karıştı.
Mahallenin kadınları bahçe içerisinde, sokakta deli tavuklar gibi; bağırarak, birbirlerine çarparak şuursuzca sağa-sola kaçışıyordu.
Biz çocuklar ne olduğunu anlamamıştık.
Ambulans sesi geldi,
Polis sirenlerinin sesi…
Sakinleşen kadınların bir kısmı bahçe kapısında toplandı, bir kısmı bahçe içinde; pencerenin önünde.
Bibim(*), evin içinde Gülü teyzenin ayaklarını kucaklamış havada tutmaya çalışıyor.
Polisler içeri girdiler.
Tavanın ahşaplarına başörtüsü ile kendini asmış olan Gülü teyzenin başörtüsünü keserek aşağı indirdiler. Yüzü-gözü kandan görülmüyordu, elbiseleri baştan aşağı kana bulanmıştı.
Cesedinin yanında dışarı çıkan polisin elinde bir mendil ile tuttuğu mutfak bıçağı vardı.
İki adam Şener’in amcasının cansız bedenini bir battaniye içerisinde ambulansa taşıdı, her tarafından bıçaklanmış, gözleri öküzgözü gibi büyümüş, dışarı fırlamıştı.
Benöyşe nene bayatı deyip ağlıyordu,
Kelbayı(*) Zehre Ambulansa götürülen Gülü teyzenin gözlerini kapadı dualar okuyarak.
Kelbayı Mesime ikisinin aynı ambulansa konulmasına itiraz ederek adamın cesedini ambulanstan indirttirdi.
Adamın karısı kadınların içinde adeta taş kesilmiş gibi dimdik duruyordu ve yavaş sesle fısıldıyordu “Yazık oldu Gülü’ye, Muğdet zaten pezevengin biriydi.”
Şener, Bülent’e sarılmış ağlıyordu.
Polis Şener ile Bülent’i arabaya bindirirken benim gözlerim Şener’in işaret parmağına takılıp kalmıştı.
Kimileri Şener ile Bülent'i dayıları alarak yanlarına götürdüğünü söyledi, kimileri ikisininde yetiştirme yurduna verildiğini...

Yaz bitmek üzereydi,
Biçin zamanıydı,
Hacı amca bahçenin köşesinde tırpanlarını eğeliyordu,
Ben, duvara dayatılmış tırpanların keskinliğine bakıyordum,
Birde iki elimin işaret parmaklarına…



asivemavi36 – Kırlangıç Hatıraları


Bibi : Babanın kız kardeşi

Kelbayı: Şii mezhebinde dini bir makam

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Uçurum

Kelime sustu.
Kız sustu.
Bakındılar birbirlerine.
“Sen hep oradaydın” dedi kız.


“ Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu; Samanyolu, hani avuçlarından dökülenKum taneleri var ya, onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum, kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte
Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum…”

Kelimenin başı önde. Hiç konuşmamıştı ki. Ne söylemiş olursa olsun kız, bir hayat dahi olsa kızın dudaklarında, susardı kelime.
Hep susardı.
Ve hep sustu.
Uçurum kenarında dururdu kız. Orda doğduğuna inanırdı. Kopamazdı bu yüzden öz vatanından. Bir yere gitmesi gerekse toplar uçurumunu öyle giderdi.
Sağlamdı bastığı yer, düşmesi imkânsız. Çünkü tam ayağının altındaydı kelime. Düşmesinin önünde, engelinde.
Ve sussa da kelime, anlaşırlardı. Kız hep konuşturmak isterdi kelimeyi; ama kelimenin sakatlığı dilinden diye kandırırdı ısrarını. Uzun uzun konuşur, her konuşmasının sonunda ona danışırdı. Gülüp haline devam ederdi cümlelerine. En çok kelimeye adını sorduğunda kızmıştı kız.

“Dönüşen ve suya düşen sorular soruyorsun
Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben
Ve ne zaman birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum

Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahcup.
Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için”

Çünkü cevap aynı sessizlikti. Adını bile söylemezken niye uçurumla aramdaki boşluktasın, niye engelsin diye kaç kez bağırmıştı kelimenin yüzüne avazı çıktığı kadar. Ama aynı renkti kelimenin susmasındaki ton.

“Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit
Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık
Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tanıdık
Seni bekliyorum orda,
O kirlenen ütopyada…”

Bir gün canı çok sıkkın, bir heykel gibi kıpırtısız duruyordu kız. Kelime korktu halinden. Soramadı da, ayağının altında kımıldadı biraz. Anladı kız. “Niye merak ediyorsun ki, sana ne benden?” dedi. Üzüldü kelime. “Boşluktayım” dedi kız. “Bir adım kara. Kendime baktıkça körlüğüm artıyor.
Nerdeyim,
Niye buradayım,
Kimim ya da?
Sevdiğimi zannettiklerimin yalanlarıyla yanmak ve yanmak. Yoruldum. Yoruldum kimliksizliğimden ve kimliksizliğimin bedelinden. Eceli yok mudur bu kimliksizliğin” Diye ekledi. Sesi kısıktı. Gözünde içindeki yangın için çırpınan yaşlar.
Kelime kıvrandı. Gülümsedi kız. “Üzülme” dedi,” biliyorum konuşamıyorsun ama yine de üzülme. Ama beklide” dedi sonra sesini yükselterek ve ani bir hareketle. “Uçurum çözüm olur… Evet, evet uçurum çözüm olur. En iyisi bu, sen de kurtulursun yükümden.” Büyük bir dehşet kapladı kelimenin içini. Aldırmadı kız, devam etti. Hayır, hayır der gibiydi kelimenin kıvranışı. “Seni hep sevdim” dedi kız, aramızda sürekli bir sessizlik olmuş olsa da.

"Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar
Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa
Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun
Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların
Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar
Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa
Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan"

Uçuruma doğru yöneldi. Kelimeden bir an bir ses duyuldu; “Dur!” Kız şaşırdı. Durdu ama durmuş olsa da düşmesi devam etti. Anlamadı önce, sonra fark etti ayağının altındaki boşluğu. Kelime konuştuğu an kaydı ayağı. Düşüyordu ama yine de yüzünde kocaman bir gülücük vardı. Kelime hıçkırıklarla bağırıyordu “Hayırrrrr!” Kız, “Üzülme” dedi düşerken, “Üzülme ve söylesene adın neydi?”
Kelime donuk ve acı bir sesle “Gerçek” dedi.

Sonra uzun boylu “Sus” lar girdi araya.

Ve sonra yorgun, yaşlı mevsimlerin arasından bir gerçek yeşertti kelime.
Bir ateş böceği ışıldadı,
Bir tohum kıpırdadı,
Bir yaprak…
“Buradayım” diye bağırdı dibine uçurumun. “Buradayım”
Tüm gerçeklerin yalan olduğu yerdeydi akrep ve yelkovan.
Tüm kulakların sağır olduğu…

“Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
Yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
Hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun
Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada
Esirgeyensin bağışlayansın, biat ediyorum.
Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil”

***
Zaman ben/d/im; Öncesiz ve sonrasız.
Aşktı diğer adım,
Diğer adım acı,
En çokta susarak vurur/d/um.
Sonunda sen beni vurdun; Dayayıp yürek çatıma ayrılığı…
***
Yıldızları sıyırıp attım gece/m/den,
Karaya boyadım mavisini; Mil çekip gözlerime.
Dilime bıçak attım.
Bir daha aşka dair hiçbir şey konuşmayacağım,
Hiçbir şey söylemeyeceğim,
Konuşmazsan eğer çocuk!
***
Susma çocuk,
Konuş…
Konuş ve anlat bana
Nasıl unutulursun sen?
Anlat ve öğret bana,
Acemisiyim seni unutmaların,
Sana kadar,
Sen gelesiye kadar benim hiç senim olmamıştı ki.
Susma çocuk!
Anlat,
Bir şeyler söyle çocuk,
Eskisi gibi.
Rum evlerini anlat mesela,
Mesela takaları anlat bana,
Yaylalara çıkan o tozaklı yolları,
Karadeniz’ide anlatabilirsin çocuk,
Batum’dan Kefken’e kadar.
Arada Sümela’yı atlama sakın, alınırım sana; Küserim.
Bilirsin çocuk sen anlattığında sevmiştim seni,
Anlattıkların kadar deli sevmiştim.
Şimdi yine anlat bir şeyler
Adını aşk koyayım yeniden,
Adını gerçek…
Ve
Aç kulaklarını,
Duy beni,
Buradayım…
Senin uçurumunda çocuk…
***
Sen bakma Ahmet Telli’ye
Yalandan söylüyor o,
Belki sana kızgınlığından.
Aslında;
Çocuksun sen,
Ve bu dünya tam sana göre
Ve
Ben
Kim adres sorarsa sorsun, silahıma davranmadım hiç.
Sor çocuk
Beni eskiden yorduğun gibi
Yine yor…


Yazıda kullanılan şiir : Ahmet TELLİ - Çocuksun Sen - I

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Karanfil Sesli Kız...



Karanfil sesli kız,
Ellerimi yakmak istiyorum
Ellerimi yakmak!
Gümüş rengi akşam sularında yüzen
Kızılkanatlı balığı tutarak…
Karanfil sesli kız,
Sana göre değil büyük sular,
Akıntılar,
Dalgalar sana göre değil.
Sende yorgunsun artık
En az benim kadar…

2 Ağustos 2009 Pazar

Deli Etme Beni Aşk

İçime bir hüzün sapladın; korku kokan soru işaretleri,
Keder yüklüyken içimde bulutlar, sen bir tane daha ekledin.
Ne zaman yağmur yağacak?
Kuşlarda gidiyor, mevsim bahar oysa..
Önce düşler,
Sonra insanlar,
Şimdi de kuşlar terk ediyor bu şehri,
Karabasanlar uykularıma efendi...

Bilmediğimiz, tanımadığımız bir yüreğe bir tek kelime aşkıyla yürek bağlamak....
Ben senin ellerini hiç bilmiyorum.
Ben hiç bilmiyorumlaramı yazıldım?
Ya da ben hiç bilmiyorum muyum?
Bahar geldi şehir kış!
Soğuk, bela bir soğuk...
Kuyuda doğdum, kuyunun karanlığına razıyım da içimin kuyuları beni boğuyor.
"Daha küçüksün nedir seni bunca karartan" deme sakın..
Ben doğduğumdan beri aynıyım,
Demiş olmalıyım sana, ilk okul ikide evi terk etmeyi düşündüm, bulutların peşine gidecektim... Ve hala bilmiyorum ben bulutlar nereye gider...
Ve şimdi lütfen uzun uzun yaz bana,
Hastalığını yaz,
Yaz ki; Bir iki kelimeyle gömelim onu,
İnadına umutbasalım yaraya...
Anlat bana...
Sadece dinlemek olsa da elimden gelen, anlat bana.
Zaten iyi değilim..
Bulanık...
Bulanığım...
Biliyor musun sen bana bir defasında şunları demiştin; “İkimizinde suları bulanık, içilesi değil...Durulsun biraz, suskun şarkılarım ondan...."
21 mayıs 200*. 17:01:29...

Ben de seni seviyorum çocuk
Belki tek bir kelimenin aşkıyla.
Ne yapacaksın bulutları,
Yetmezmi benim gölgem?
Hem, ilk okul ikide değilsin artık.
Sularım duruluyor biliyormusun?
Salıver ceylanlarını insin suyuma,
Serçelerin kıyıma konsun,
Yarpuzların yeşersin koynumda.
Bir kabuk daha bağladı yaram, kabuk üstüne,
Bunuda bil,
Hasta yanımsın,
Sol yanım...
Yaz bana uzun uzun,
Yazmazsan daha çok kanarım kanamalarım üstüne,
Güzel kal......